Yabancı filmleri seyrederken sık sık o konuyla karşılaşır ve bir türlü mânâ veremezdim; anlatınca siz de hatırlayacak, belki de düşüncelerimi paylaşacaksınız.
Birbirini seven iki insanın ilişkilerini tehlikeye sokan şeylerin başında ‘yalan’ gelir. Bizim nazarımızla esas oğlanla esas kızın kavga edip ayrılmalarını gerektirecek ‘önemli’ bir şey yoktur ortalıkta. Diyelim ki oğlan kıza küçük, masum, meselâ bizim kültür ve gelenek iklimimizde kolaylıkla bağışlanabilecek bir yalan söylemiştir; hattâ öyle tam, dört başı mamur yalan bile değil; gerçeğin biraz farklı ifade edilmiş şekli. Kız çok kırılır, dünyası altüst olur. Gözyaşları ve öfke içinde aralarındaki her şeyin bittiğini, çünkü kendisine yalan söylendiğini anlatır.
Anglo-Sakson hukukunda bizi şaşırtan bir uygulama daha fark ederiz; eğer sanık suçunu itiraf eder ve kamu hukukuna karşı gerçeği gizlemek yoluna gitmez ve adli süreci kendi rızasıyla kısaltıp kolaylaştırırsa hukuk ona önemli kolaylıklar sağlar; kezâ devlete karşı ‘yanlış bildirim’de bulunmak da ağır bir suç kabul ediliyor; özellikle vergi konularında. Yurttaş beyanını Batılı kamu gücü, doğruluk karinesiyle karşılıyor; bizde tam tersidir ve kanunlarımız ekseriyetle vatandaşın iyi niyeti olmadığı karinesi üzerine kuruludur.
Bizde, ‘yakayı ele vermediğin sürece devlete ve kamuya karşı yanlış beyanda bulunmak önemli değildir’ diye bir üst değer var sanki. Meselâ öğrenci ile öğretmenler arasında yazılı olmayan kural vardır okullarımızda; imtihanda kopya çeken öğrenci eğer ‘hırsızlık’ esnasında yakalanırsa ceza görebilir ama eğer yakalanmamış ve hırsızlıkta başarılı olmuşsa öğretmeni ona ‘hakkını’ vermek zorundadır. Bir mânâda ‘bükemediğin bileği öpeceksin’ mantığı. Öğrenci bazen notuna itiraz ederken kendini ele verdiğini aklına bile getirmez, “Filanca da benim gibi kopya çekti ama benim notum daha az geldi, hakkımı yediniz vs…”
Küçük ama önemli şeyler. Biz öğrencilerimize, çocuklarımıza mesela kopya çekmenin hırsızlık olduğunu öğretmeyiz; fena bir şeydir ama hırsızlık, cinayet mertebesinde değil. Kopya çekmeyi sanat hâline getirenlere ise gizli bir saygı ve hayranlık bile duyduğumuz olmuştur.
Bizim kültür çevremizde entelektüel kavramı, yanlış mânâlandırılmıştır; biz entelektüeli veya ‘aydın’ı çok kitap okuyan, üst dil konuşan, şaşırmadan uzun ve anlaşılmaz cümleler kurabilen biri gibi görürüz. Hâlbuki aydın veya entelektüelin Batı’daki karşılıklarına bakarak tek bir hükme varmak mümkündür: Aydın, gerçeğe karşı özel sorumluluk geliştirmiş biridir ve hayatını tek bir şeye, hakikate adamıştır. Bir safari avcısının hayali nasıl ormanın en güçlü hayvanlarını avlamak ise aydının emeli de gerçeğe karşılaştığı yerde teslim olmak ve sonra hemen sonra bir ömür boyunca onun sahici olup olmadığını denetlemektir. Bu özel bir insan türü ve Yakındoğu mıntıkasında az rastlandığını efendice kabul etmemiz gerekiyor. Eğer bizde akademik hayatın ve akademisyen tipinin ortalaması ilmî etütle bulunabilseydi onun gerçeği ciddiye almaktan çok ‘kariyer’e meyilli bir karakter olduğu anlaşılırdı bana göre. ‘Kariyer’e giden yol ise daha çocukluk çağlarında ebeveynlerin kulaklarımıza fısıldadığı o zehirli ama iyi niyetli temennilerle başlar: “Benim oğlum/kızım büyüyecek, büyük adam/kadın olacak!”
‘Kültür kalıbı’ diye bir kavram var sosyal ilimlerde. Meselâ bize çok tuhaf gelen bir davranış bir başka kültür çerçevesinde çok makul ve sıradan görünebiliyor. Küçük, masum yalanları fazlaca ciddiye almak bizim kültür çevremizde affedilmez bir cürüm sayılmadığı için anlamakta zorluk çekiyoruz. Bize göre yalan, sonuçları aşırı derecede dramatik ve önemli sonuçlara yol açabilecek türde bir hakikat tahrifidir. Batılılar ise, ‘küçüğü büyüğü olmaz, yalan yalandır’ diye kabul etmişler meseleyi.
İşin kitabiyat kısmına gelelim; ‘üst değerler’ arasında yalanı mâzur gösterecek bahâne yok. En başta Kur’an-ı Kerîm, muhtelif sûrelerde defalarca yalana (kizb) karşı insanları ikaz ediyor; Efendimiz’in hüsn-i ahlâkı ise daima olduğu gibi âyetlerin gündelik hayattaki tatbik ve yorum şekillerini gösterir. Bu iki üst değerde yalanı hoş gösterecek hüküm yok. Öyleyse?..
“Çalıyor ama çalışıyor adamlar” cümlesi, bir devre damgasını vuran dramatik tespitlerden biri olarak mâşeri sâbıka sicilimize girdi. Zaten bizde nişanlılar, birbirlerinin ufak yalanlarını da pek dert etmezler ve bu satırların yazarı da dâhil çoğumuz, okulda bir defa olsun kopya çekmiş ve bundan hoşlanmışızdır. Belki bu yüzden ‘hakikati aramak ve bulunca onu heyecanla bağrına basmak’ diye özel bir görev yüklediğimiz akademi dünyasını, ilmî mahfillerden ziyade siyaset arenasında yer tutmaya çalışırken görmemiz tesadüf değil.
“Yılandan korkmam yalandan korktuğum kadar” aforizması, bizim için büyük bir arabesk fantezi oluyor böylece ve sadece minibüslerin sürücü mahallinde bir anlam ifade ediyor.
Bu yazı 17 Mart 2015 tarihinde Aksiyon Dergisinde yayınlanmıştır.
Leave A Comment